Bölüm 3: Ölü Bir Kuşun İzinde

✨✨

“Başka yerde arama, bak göğsümde izin var.”

✨✨

Simply Falling · Iyeoka

✨✨

Parmaklarının arasında gevşekçe duran, neredeyse pamuğa dayanmış sigaradan son bir nefes çekerken tam karşısındaki televizyonun kanalları arasında rastgele dolanıyordu. Denk geldiği kanalda aniden silüeti beliren siyasetçiyi görür görmez burnuna dolan kokuyla yüzünü buruşturdu. Ne zaman bu adamı görse burnunun ucunda kötü kokan bir ayağın, belki de bir çorabın o iğrenç kokusunu duyumsadığından dilini damağına vurarak olumsuz bir ses çıkardıktan sonra seri bir hareketle televizyonu kapattı.

Eve geldiğinden bu yana içtiği sayısız sigara yüzünden dumana bulanmış salona göz gezdirerek üzerindeki tişörtü çekiştirip kokladı. Az önceki çirkin kokuya bir de sigaranın eklendiğini fark edince buna daha fazla tahammül edemeyeceğini anlayarak oturduğu yerden kalkıp duş almak için banyoya doğru ilerledi. Koridorda çıkardığı tişörtü banyoya adım atar atmaz kirli sepetine fırlatmıştı ki gözü aynaya takıldı.

Üç yıl önce bu şehre gelen adamla uzaktan yakından alakası olmayan yansıması istemsiz de olsa yüzünü bir kez daha buruşturmasına neden oldu. Kaburgaları sayılıyordu resmen. Oysa buraya gelmeden hemen önce hevesle yaptığı sporun sonucu kendisinin de içten içe gururlandığı güzel bir vücuttu. Yıllar içinde değişen tek şey onun yaşamaya çalışması değildi, aynadaki yansıması da bu acımasız gerçeği ona unutturmak istemez gibi tam karşısındaydı. Sanki bir tiyatronun yangın sahnesine benziyordu Berzah’ın hayatta kalma çabası. Seyirciler, yangının sahnelenen oyunun bir parçası olduğunu düşünse de alevler gerçekten salonu sarmıştı ve oyunun başrolü de mavi gözlü adamdı.

Altındaki eşofmanı da boxer‘ıyla beraber sıyırıp kirli sepetine yolladı. Ağzında kalan leş gibi tadı bastırmak isteyerek diş fırçasına biraz macun sürüp eline aldığı anda bakışları bu kez de kolundaki izde oyalanmaya başladı. Sol kolunun dirseğinin biraz üzerinden başlayan ve oradan omuzuna kadar ilerleyen doğum lekesi her daim ona vücudundaki en büyük kusur gibi gelirdi.

Koyu pembe iz o kadar büyüktü ki kısa kollu giydiği zamanlarda beyaz tenli oluşundan sebep fazlaca dikkat çeker, o da etrafındakilerin kolunun yanıp yanmadığını merak ettikleri soruları cevaplamak zorunda kalırdı. Oysa yanan yerin derisi deforme olurdu, Berzah’ınki yalnızca bir renk değişimiydi.

Gözleri, bunca zaman neredeyse kimsenin görmediği ama aslında kolundaki lekenin bir benzeri olan tam sol göğsünün üzerindeki kısımda oyalanırken yeniden içe doğru çökmüş karnına bakıp hissettiği bunalmışlıkla saçlarını karıştırdı. Eli saçlarına gittiği an onun görünüşü yüzünden buralı olamayacağına dair cümleler sıralayan adam geldi aklına. Öyle veya böyle bir şekilde geçen üç yılın sonunda Savaş’la konuşmanın sonucu dudaklarında beliren bir gülümseme olurken elindeki diş fırçasıyla birlikte hızlı bir duş almak için duş kabinine doğru ilerledi.

Tepesinden akan suyla birlikte dişlerini fırçalamaya başlamıştı ki Savaş’ın şu an ne yaptığını merak etti. Onunla resmi olarak tanışmasının üzerine kendisi hakkında bir şey söyleyip söylemediğini öğrenmek için yanıp tutuşuyordu Berzah. Aklına düşüveren fikirle mantığına tutunan yanı onu içsel bir çatışmaya sürükledi. Kazanan, aklı selim tarafı olunca düşüncelerini de hızlıca zihninden savuşturarak duşunu alıp giyinmeye başladı.

Tam odasından çıkmak üzereyken çalan zille birlikte adımlarını hızlandırarak çelikten yapılma, ağır kapıyı açtı. Kapının ardında elindeki tabakla birlikte yeni kestirdiği kahverengi saçlarıyla ona doğru gülümseyen kadının güzel yüzü görüş alanında belirince Berzah’ın da yüzü aydınlandı.

“Hoş geldin sultanım.”

Nurgül, Ankara’nın ayazında saçlarından akan damlalarla karşısında dikilen genç adama ayıplar gibi baktıktan sonra, “Eşek kadar herifsin ama saçlarını kurutmak aklına bile gelmiyor.” diyerek artık ezbere bildiği evin salonuna doğru adımladı. “Sana Beypazarı kurusu getirdim, seversin.”

“Severim.”

Salondaki üçlü koltuğa kendisini atan Nurgül, biçimli kaşlarını çatarak çoktan tabaktakileri önüne çekip de art arda midesine yuvarlayan Berzah’ı incelemeye başladı. Onun kınayan bakışlarını sallamadan kuruları ağzının içine tıkıştırmaya devam eden adama doğru gözlerini devirerek tabağa bir kez daha uzanan eline hafifçe vurdu. “Saçlarını kurut önce. Sonra güzel bir çay yapalım, film izlerken yeriz.”

Berzah, önündeki sert kurulardan henüz ayrılmak istemiyor olacak ki, “Kendi kendine kurur, ev kırk derece.” diyerek yanaklarına iki taraflı doldurduğu lokmaları hızlı hızlı çiğnemeye devam etti.

“Kocaman adam demem, alırım seni ayağımın altına şimdi.”

Yenilgiyi kabullenmiş gibi, “Tamam.” diyen Berzah, elini saçlarının arasına atıp da bir tur sarı tutamlarını karıştırdı. “Doğal halinde kuruyunca daha bir yakışıklı oluyorum sultanım.”

“Hadi oradan bebe. Hastalandığında haftalarca yataktan çıkamıyorsun, bana anlatma.”

Girdiği an ortamı güzelleştiren kadının varlığıyla içinde oluşan güzel hislerini de cebine atan Berzah, onun kendisine ‘bebe’ demesine gülümseyerek hızlıca saçlarını kurutmak için yatak odasına doğru yürümeye başladı. Aynı saniyelerde de içten içe bu kadını tanıdığı güne şükrediyordu. Yaşadığı apartmana taşındığı ilk gün, Nurgül, elinde patatesli, çıtır çıtır böreğiyle kapısına gelmiş, o günden bu yana çok da kalabalık olmayan hayatından hiç çıkmamıştı.

Kadının yaptığı annelik miydi, yoksa ablalık mıydı bilmiyordu Berzah ama iyi ki de yapıyordu. Onsuz Ankara’nın göbeğinde yaşamaya çalışan bir çöl çiçeği olurdu, iklimine zıt, çöllerden zorla koparılıp gri şehrin ayazında tek başına var olmaya çalışan…

Bu otuz üçünde ama anca yirmilerinin sonunda gösteren taş gibi kadın, hayatına öyle bir hızla girmişti ki Berzah, sanki ömrü boyunca onunla yaşamış gibi yadırgamamıştı hiçbir zaman. Açık kahverengi, kocaman gözlerinde saklı olan neşesiyle bulunduğu her ortamda dikkat çeker, bunun yanında zamansız dürüstlüğüyle de insanların saygısını dakikalar içinde kazanırdı.

Dürüstlükle patavatsızlığı karıştıranlardan değildi üstelik. Canım dedikleri haksızsa çekinmeden onlara haksızsın der, bunu yaptıktan sonra da ortamı anında yumuşatırdı. Bu yüzden de hayrandı ya Berzah ona. Kendi ayarsızlığının aksine Nurgül’ün her durum için ceplerinde uygun sözleri olurdu, yeri geldiğinde çıkarıp da söyleyebileceği…

Ama yardımına ihtiyaç duyanlara tereddüt bile etmeden elindeki avucundakileri bütünüyle sunsa da bir kendisine derman olamıyordu bu minyon kadın. En büyük hayali evlenip anne olmaktı. Ama öylesine bir evlilik yapmak değildi dileği. Büyük bir aşk yaşamayı geçiriyordu yıllardır gönlünden. Eski Türk filmlerine bayılır, kendi boyuna bakmadan izlediği hikayelerdeki gibi dalyan misali bir Tarık Akan, Ediz Hun bulup sıra dışı bir aşkla hayatını paylaşacağı adamdan boy boy çocuk yapmak isterdi.

Onun çocukluğundan bu yana anaç bir yapısı olduğuna emin olan Berzah, anneliğin en çok sultanım dediği kadına yakışacağını düşünüyordu. Ama Nurgül, bu isteğine eş falcı, büyücü, hacı, hoca, üfürükçü hangisine denk gelirse giderek tüm ilimi bilimi göz ardı ediyor, çareyi hep batıl şeylerde arıyordu. Berzah’sa onu vazgeçiremediği her gün daha da ilginçleşen maceralarını dinliyordu yıllardır.

Berzah, kadının yaşadığı sayısız macera aklına geldiği her anda olduğu gibi tebessüm ederken elindeki kurutma makinesini bırakıp da çoktan çay yapmak için suyu hazırlamış olan Nurgül’ün yanına döndü. Kaşlarını bir kez daha çatan Nurgül, “Eğil bakayım.” dedikten sonra onun saçlarını düzgünce kuruttuğundan emin olmak için elini Berzah’ın sarı saçlarının arasına daldırdı. Karşısında dikilen uzun boylu genç adamın kafasına narince vurup, “Nasıl da yakışıklısın.” dedi. “Takıldın kaldın bebenin birine.”

“Bugün konuştuk.”

“Duydum.”

“O şerefsiz Berk yemeyip içmeyip yetiştirdi değil mi?”

Nurgül, çayları doldurduğu fincanlarla birlikte salona ilerlerken Berzah’a doğru gözlerini devirip, “Senin bu ağzının bozukluğunu ne yapacağız biz paşam?” dedi. “Ayrıca o bir şey söylemese senin ağzından kelime çıkmıyor ki. Ben meraklı bir kadınım, anlat.”

Berzah, normal bir zamanda olsalar Nurgül’ün neşeli haline turp sıkacağından korkar, her şeyi kendisine saklardı ama bugün sevdiği adamla iki-üç çift de olsa kelâm ettiğinden konuyu değiştirmek yerine uysal bir tavırla bedenini Nurgül’ün yanına bıraktı. “Bak sonra bıkma benden.”

“Senden bıksam su gibi içtiğin sigara yüzünden bıkarım ancak. Ev leş gibi kokuyor.” Hâlâ ince bir dumanın havada asılı kaldığı salona şöyle bir bakıp kaşlarını çattı. “Neyse- Lafı karıştırma, ne dedi Savaş’ın?”

“Savaş’ım.” diyerek duyduğu kelimeyi tekrarlayıp da gülümseyen Berzah, sıcak olan çayı soğutmak adına birkaç damla suyu fincanına döktükten sonra dizinin birini kırıp diğer bacağının altına aldı. Yıllardır en sevdiği aktivitelerden biri de ablası saydığı kadınla oradan buradan konuşmaktı. Onun enerjik halleri kendisine de bulaşır, Berzah da her sohbetin sonunda Nurgül’ün hayatına iyi ki girdiğini düşünüp binlerce şükür sıralardı.

“Kibritçi çocuk dedi bana.” Sözlerinin bitiminde kendisinden beklenmeyecek şekilde kıkırdadı. “Bir de, ‘Boyuna posuna bakmadan çocuk gibi avuçlarının içine üflüyorsun.’ deyip gülümsedi.”

“Sen n’aptın? Bebenin üzerine yığılmadın inşallah.” Genellikle ağzından eksik olmayan küfürlerin yerini bugün inceden bir kahkaha alan genç adamla tebessüm etti Nurgül.

Berzah, kadının sesi huysuz gibi çıksa da onun rengi olan sarının pembe ile karışmasını izlerken aslında Nurgül’ün de onunla birlikte mutlu olduğunu anladı. Orta sehpanın üzerinde duran Beypazarı kurusundan bir tane daha alıp ağzına attıktan sonra, “Çok heyecanlandım.” dedi dürüstçe. Mavi gözleri neşeyle parıldarken her daim kendisine sakladığı adam hakkında konuşuyor olmasını karşısındaki kadının rahatlatıcı tavrıyla umursamıyordu o anlarda.

“Ellerim titredi, buz gibi oldu. Haftaya da görürüm belki.”

“Okul bitecek sen daha yeni konuşmaya başladın. Ah ben senin yaşında olacaktım ki.”

“Üfürükçü tutup onu da üfletirdin değil mi?”

“Abla dayağını özledin sen herhalde.” diyen kadın dudaklarını birbirine bastırıp aklına gelen şeyle bedenini tamamen Berzah’a döndürdü. “Konuşması, yaklaşımı falan nasıldı peki?”

“Normal işte. Yeni tanışan biri nasıl olur ki?”

“O zaman onu gördüğünde duvarları okşayarak kaçma bundan sonra.”

“Bir erkekten etkilenme ihtimali yok ki Nurgül Sultan. Az çok tahmin ediyorum geldiği yeri, büyüdüğü, yaşadığı şartları falan. Hem- O yanındaki arkadaşından hoşlanıyor. Sürekli gözü ondaydı.”

“İki binlerden kalma fantezi müzik grubu gibi üçlü mü takılıyorlar hâlâ?”

Berzah, tutamadığı kahkahasıyla ağzındaki kırıntıları püskürtmemek için kendisini zorlarken kafasını olumlu anlamda salladı. “Ama o kıza bakışlarını biliyorum ben. Yıllardır ben onu izliyorum, o da Çiğdem’i. İkimiz de imkansız bir şeyin peşindeyiz.”

“İmkansızın aslında var olmadığını sen kanıtlamadın mı? Daha okulun ilk günü gördüğün adamı yıllardır, beklentisiz seviyorsun. Nereden biliyorsun? En azından sen daha yakından tanımaya çalış onu. Belki de uzaktan göründüğü gibi biri değildir ve sen soğursun.”

Berzah, derince bir nefes alıp omuzlarını düşürdü. “Olmayacaksa unutsam keşke.”

“Fatih’le çok yakışırdınız.” dedi Nurgül. “Sizi tanıştırdığım gün kanka olacağınızı tahmin etmemiştim.” Daha sonra aklına gelen şeyle Berzah’ın gözlerinin tam içine baktı. “Hiç vazgeçemez misin? Başka birilerini ayarlasak sana?”

Nurgül de onun sevdiği adamla olmasını isterdi elbette. Ama yıllardır Berzah’ın aşkının azalacağını, elbet bir gün sönüp gideceğini beklerken karşısındaki çocuk daha da bağlanıyordu Savaş’a. Böylesi bir aşkın var olabileceğine Nurgül, Berzah’ı tanımasa inanmazdı. Kim, hiç konuşmadığı birini karşılıksız severdi ki?

Günden güne zayıflayan Berzah’ın haline üzülmekten başka bir şey yapamadığını fark edince de belki birileriyle tanışırsa ona bağlanır ümidiyle iş yerinden, arkadaşlarının tanıdıklarından insanlarla buluşması için dil dökmüştü ama Berzah, Fatih’e kadar onun bu istediğini hep reddetmişti. Bu zamanda böylesi bir sadakat Nurgül’ün de hayal edebileceğinin ötesindeydi. Fatih’le tanıştıklarında kadının içinde küçük de olsa bir ışık yanmıştı ama Berzah, adamla kırk yıllık kanka muhabbeti çevirip Nurgül’ü epeyce deli etmişti.

“Bak benim yanımda çalışan kadının kardeşi var. Kumral, yeşil gözlü, o da gamzeli. Yanına da nasıl yakışır.”

Berzah kafasını iki yana olumsuz anlamda sallayıp, “Çok denedim abla.” diyerek umursamazca omuzlarını silkti. Söylediği sözlerin basitliği bunca zamandır yaşadığı her şeyin zorluğuna zıt değilmiş gibi tebessüm ederek soğuyup soğumadığını kontrol etmek için küçük sehpanın üzerindeki fincana dokundu. “Olmuyor. Herif restoran gibi anasını satayım. Görüntüsü eskidikçe sanki tadı güzelleşiyor.”

Nurgül, muzip bir yüz ifadesiyle başını ‘seni seni’ demek ister gibi salladı. “Tadına bakmak isterdin değil mi?”

“Bende yalan yok. Acayip çok isterdim hem de.”

Derince bir nefes aldı Nurgül. “En azından artık selamınız olacak, iyi tarafından bakalım. Arkadaş ayağına biraz daha yakından tanı söylediğim gibi. Sadece gerçek korkaklar mutlu olmaktan kaçarlar Berzah. Kaderin sana ne getireceğini bilemezsin, korkma.”

Berzah, karşısındaki kadını kendi sikik durumuyla daha fazla sıkmak istemeyerek, “Aman koy gitsin be ablam.” dedi. “Benim iş konuş konuş çıkmaz sokak. Ne izleyelim bugün?”

“Selvi Boylum’u mu izlesek?”

“Yine mi?”

“Sevgi emektir paşam, unutma. Ne var bir kez daha izlesen ablanla?”

“Tamam tamam.”

Berzah, haftada birkaç gece yaptıkları film keyfi için televizyonu açmıştı ki ekranda saatler önce gördüğü suratın hâlâ orada olduğunu fark etti. Burnuna yeniden kötü bir ayak kokusu dolarken buna eş midesi fena halde bulanmaya başladı. Kendi özel durumundan bir kişi hariç kimseye bahsetmediği için iş yerinden bir dedikoduyu anlatan kadına çaktırmamaya çalışarak hızlıca izleyecekleri filmi aramaya başladı.

İnsanlara, ‘Ben sizin kokularınızın renklerini görüyorum.’ dese ya da sayıların, harflerin, hatta haftanın günlerinin bile farklı renkleri olduğunu, tıpkı az önceki adamı gördüğü zamanlardaki gibi bazı anlarda aniden etrafında beliren kötü kokuları anlatsa en iyi ihtimalle onun bunları uydurduğunu düşüneceklerdi. Her nasılsa bu özelliğini bu zamana kadar fark eden bir tek Fatih olmuştu, tıpkı akla hayale sığmayacak, imkansız sayılacak diğer yapabildiği şeyde olduğu gibi…

Birkaç yıl önce, Nurgül’ün iş yerinde çalışan adamla ablasının ısrarı üzerine tanışmış, sonucuysa kadının beklediğinin aksine ikilinin uzun yıllar sürecek dostluğunun başlangıcı olmuştu. Nurgül, kardeşi saydığı adamı kendisinden haberi bile olmayan birine olan aşkından kurtarmak isteyerek ikili arasında bir buluşma ayarlamıştı. Ama daha ilk dakikadan hem Fatih hem de Berzah eskiden beri tanışıyorlarmış gibi bir sohbeti paylaşmışlar, o zamandan bu zamana da Berzah’ın kimselere anlatmadığı içini gerçekten görebilen tek kişi Fatih olmuştu.

Ondan başkasının da onu anlayacağından şüpheliydi. Kendini bildi bileli insanlara ait olan renkleri görebiliyor olması bile ilk fark ettiğinde onda bir sorun olduğunu düşünmesine yol açmıştı. Zaman geçtikçe, yaş aldıkça değişen koşullarla tek başına başa çıkmayı öğrenmişti Berzah. Ağır ağır da olsa ona ait olan dünyayı olduğu gibi görmeyi kabullenmişti. Bir nebze alıştığını düşündüğü anlarda omzunun üzerinde asılı olan yıldız misali ışıklarıyla Savaş, onu daha da derinden sarsmak ister gibi karşısına çıkmıştı.

Vazgeç demek kolaydı ama Berzah, kime anlatabilirdi ki onu gördüğünde zihninde çalan o eşsiz melodiyi, gözlerinin ardında beliren oyalı bir mendili, çatlak bir duvarın ardındaki iki adamın fısıldaşmalarını, damağında beliren vanilya aromalı dondurmanın tadını… Onun sıradan biri olmadığını aşkına düştüğü ilk an anlamıştı, hem de gamzelerini görür görmez. Tıpkı bir duvar saatinin sarkacı gibi yüreği de gittiği yönden hızla yerine dönüvermişti, sanki hep olması gereken buymuş gibi.

Bu yüzden kimselere anlatamıyordu Savaş’ı da, ona duyduğu tertemiz aşkı da. İnsanlar ona ulaşamadığı için hislerinin bu kadar yoğun olduğunu düşünseler de Berzah, bunun aslında böyle olmadığını yüreğinin, ruhunun unutup da hatırladığı bir mesele varmış gibi biliyordu. Hep oradaydı gamzeli adam. Onun kahverengi gözleri bir dut ağacının altında ona şefkatle bakıyordu, rüyasında gördüğü gibi. Başka bir şey vardı Savaş’ta, Berzah’ın kendi de dahil kimselere bahsetmeye cesaret edemeyeceği türden şeyler.

Aklında ardı ardına beliren düşüncelerle yarım yamalak izlediği filmin sonuna geldiklerinde esneyerek ona iyi geceler öpücüğünü veren kadını yolculadı. İçinde sürekli peydâ olan çatışma onu yeniden esir alırken her zaman olduğu gibi, ‘Bu son.’ diye düşünerek yatağının üzerine bıraktı bedenini.

Sağ elinin parmak uçlarına tek tek dokunurken bir kez daha kendisine yenildiğinin farkında olsa da artık çoktan ölmüş olan bir kuşun izinde, onun hatırlattıklarıyla uçmaya karar verdi, yeniden…

‘Bu dünyada hiçbir şey uğruna ümitsizlik etme.’ diyen kimse gelip bir de Berzah’ın içi boşalmış, tamamen Savaş’la dolmuş ruhunu hissetmeliydi. Dünya onu bir türlü yola getiremeyen, isteksiz, sefil bir meczuba dönüştüren, heves kırıcı bir yerdi sanki. Ona göre hayat yaşarken insanları öldürürdü. Birileri bunu bilse belki o zaman ümitsizliğin sözlük anlamı olan yüreğini anlayabilirdi.

Gamzeli bir adamın kapalı gözlerinin üzerinde asılı kalırken kendisini bir kez daha parçalayan Berzah, yeniden kederini de, sevincini de aldı yanına, aşkının varlığının kanıtı hatalarına bir yenisini daha eklerken…

 ✨✨

🤞 Kitap bölümlerinden haberdar olun!

0 0 votes
Article Rating
Subscribe
Bildir
0 Yorum
Eskiler
En Yeniler Beğenilenler
Inline Feedbacks
View all comments
Scroll to Top